Her sanat eseri, hayatın ve doğanın taklidine dayanır. Kökleri oradadır. Oradan beslenir Fransızcanın eikon (resim, portre, persone, benzerlik) haliyle Yunancadan aldığı, Türkçenin ise Fransızcadan icóne halinde ödünç aldığı ikona Doğu Ortodoks Kilisesi (Oryantal Ortodoksluk), Kimi Doğu Katolik kiliselerinin küllerinden kalan dini suret.
Yakın geçmişte o düşler dünyamızda iz bırakarak giden Olivia Newton John, kökeninde tapınma değeri (kült) olma hali taşıyan ikonların sinemadaki önemli örneklerindendi. Efsanesiz ikona olamaz tabii. Newton John, 2005 yılında, 22 arkadaşıyla balık avına çıkıp geri dönemeyen Patrick McDermott ile tam dokuz yıldır beraberdi. Efsaneye göre McDermott düzmece bir ölüm haberiyle yok olup gitti ve kendi yaşamına gözlerden uzak bir yerlerde devam etti. Newton John bir süre bu haberle gündemde kaldıysa da, ölüm gününe kadar, geçmişte büyüleyici güzelliğiyle etkilediği erkeklerin zihinlerinde silintili bir anısal zenginlik olarak yaşadı. O sırada sıradan bir insan gibi yakalandığı hastalıkla hızla ölüme yaklaşıyordu.
İkonaların ölümü kabullenilemeyeceği gibi, tarif de edilemeyeceği için; Olivia Newton John, kendinin de kaskatı karşısında bulunduğu şu açıklanamaz ölüm durumunu, gerçeğe bağlı kalarak, “hayatlarımızı inkâr ederek yaşıyoruz. Kişisel durum. Sözcüklerle ifade etmek oldukça zor” diyerek de pekâlâ açıklayamamıştı.
Olivia Newton John adı üzerinden müzikal filmlere bakılırken; bu türün göze çarpan ilk örneklerinden biri, Baz Luhrmann’ın filmi olacak. Kırmızı Değirmen... Şair Christian’ın (Ewan Gordon McGregor) sıkça geldiği Moulin Rouge adlı gece kulübündeki güzel dansçıların birine (Nicole Kidman) tutulmasını ve aynı kıza âşık Dük’le yaşadığı sorunları anlattığı Moulin Rouge (Kırmızı Değirmen, 2001) filmi ikonik bunlardan biri.
Lars Von Trier’in genetik bozukluktan dolayı kendi gibi giderek körleşecek on yaşında bulunan oğluyla yaşayan ve fabrikada çalışan Bijörk üzerinden en sert kapitalizm eleştirisi filmi ikonik hale gelen müzikal filmlerden bir diğeri. Sosyalizm güzellemesinden başka şey olmayan bu filmin hikâyesinin sinema eleştirmenleri tarafından inatla kasıtlı başka yönlere sürüklenmesi insanlık adına büyük bir talihsizliktir tabii ki. Bu filmde işçi sınıfı çalıştıkları fabrikada üretilen mutfak malzemelerini vurmalı müzik çalgısı gibi kullanarak müzik yaparak çalışma ortamlarını müzikalleştirirler.
Newton-John’a dönülürse; Randal Kleiser’in Grease (1978) adlı filmindeki o unutulmaz performansıyla bir ikona dönüşen aktris, bu filmini de peşinden sürükleyerek onun adını sinema sanatında ayrı bir ulam oluşturan müzikal filmler arasında unutulamaz kıldı. 1950’ler Amerikan gençliğinin gündelik hayatından kesitler sunan filmde Danny ve Sandy arasındaki yaz aşkı okul tatili bitince sona erecektir. Ancak Sandy sevdiği adamın okuluna gider. Orada esasen onun çok başka kişilikte biri olduğunu görür. Danny fırlamalar çetesi T’Birds’ün lideridir.
Newton John “bile” kanser hastalığından öldü. Herkesi, her şeyi ve hatta sanat eserlerini sıradanlaştırarak en altta eşitlemeye ahdetmiş şu çağın efendisi, başını biraz kaldırana “kibirli” diyerek sıradanlığı karnaval havasında ritüel haline getirdi. Mütevazılığa övgüyle şu sıradanlığı sıradanlaştıranlara pek itibar etmeden genelde sanatın özelde ise sinemanın yıldızlarına bakınca onların sıradan insan gibi hastalanması, yaşlanması ve ölünce fanilerle bir tutulması bir parçacık da olsa tuhaf değil midir? Sinemanın gerçek miladı sayılan Theo Angelopoulos’un motosiklet çarpması sonucu ölmesi ne kadar tuhafsa, Newton John’un kanserden ölmesi bir o kadar tuhaftır artık. Newton John, kanserden öldü! Hem de bu çağda! Erken sayılacak bir yaşta! Yaşı 73’tü! Bu kadar basit bu hastalığa yakalanmak! Basit bir tutulma! Agnieszka Holland’ın Total Eclipse (1995) filmindeki tutulmaya benzemiyor! Çağdaş ikonografik film hikâyelerindeki kahramanın her şeylerinin sıradışı olması sıradan olmalıymış gibi gelmez mi kimi vakit insana. Tüm canlılar en az şu efsaneleşmiş Olivia kadar ölümlüyse bile!