AYÇA ÖZTORUN

Tarih: 02.07.2020 09:51

SELAMINI ALINCA GÖZYAŞLARIM SEL OLDU AKTI.

Facebook Twitter Linked-in

                    SELAMINI ALINCA GÖZYAŞLARIM SEL OLDU AKTI.

        “Haberimi tez gönderin mektup varmış yazarından”

Sokağımın köşesinde beliren çocuk, hızla benden yana koşuyordu. Elinde ki mektubu sallayarak; kara gözlerini gözlerime dikti ve gülümsedi. Heyecandan gözbebekleri ıpıl ıpıl yanıp sönüyordu.

“Müjde, müjde, müjdemi vermezsen vallahi de vermem, billahi de vermem bu mektubu!”

Neydi ki, ne mektubuydu bu?

Ruhum kaç zamandır geçmiş zamana yolculuk yapıyordu. Anılar benimle oyun mu oynuyordu, yoksa yalnızlığımı görüp beni mi avutmaya çalışıyordu? Bilmiyordum. Ruhumu sürekli naftalin kokulu sandıklarda bekleyen siyah beyaz anılarımın içinde saklıyordum. Bazen gülüyor, bazen ağlıyordum. Ama ben geçmişte kalan yanımı anımsamaktan çok mutlu oluyordum.

Çocukluğumu özlüyordum. Hem de çok özlüyordum.

O anları yaşarken geçip giden şimdiki zamana zerre acımıyordum. Çünkü bu döneme ait değildim. Şimdiki zaman benim hissiyatımı duyumsayamazken, ben de bu zamanın dilini anlayamıyordum. Bu nedenle geçecek olan zamanı ve yaşamam gereken şeyleri kaçırmış olmama zerre acımıyordum.

Yalnızdım, çok yalnızdım!

En büyük sıkıntım, kaybettiğim insanlarımın yerine kimseyi koyamayışımdı. Bu nedenle kâğıtlara mürekkep olup, onların hikâyesini yazıyor ve onlara dair izler arıyordum.

Bir değil, beş değil, binlerce insanımın hayatlarında ruhum can bulurken, yazdıklarımı da belleklerde izdüşümü gibi yaşatıyordum.

Hikayelerim büyüdükçe büyüyordu. Köy oluyorlar, kasaba oluyorlar, her biri yaşayan şehirlere dönüyorlardı. Hiç bir şeyin ortası yazılamaz.

Örneğin, cimri bir insan hikayedir. Savurgan da bir hikayeye konu olabilir. Ama kararında yaşamak hikayelere konu olmuyor çoğunlukla! Hep uç noktada olanlar iyi veya kötü dikkat çekiyor aslında!

Atasözleri de uç noktadaki insanlar için nasihat niteliğindedir.

“Ayağını yorganına göre uzat! Aza kanaat etmeyen çoğu göremez gibi...

Bu sadece küçük bir örnekleme!

Ben de geçmiş cimrisiydim. Çıkınımdan tarçınlı akide şekeri gibi çıkarıyordum birikmiş anıları. Hep geçmişin izini sürüyordum. Çünkü çok iyi biliyordum, bir filmin sonu, düşsel yolculuğumun başlangıcıydı benim için. Yani esas oğlanın ölümüyle hiç bir şey bitmiyor, o ölümle birlikte ardında bıraktıklarının hikayeleri yeni başlıyordu ve o hikayelerin içinde ölen esas oğlan tekrar onların anlatımıyla yaşatılıyordu. Herkesin farklı anlatımıyla iz bırakanların hayatı sonsuza kadar devam ediyordu.

“Abla, abla, beni duymadın mı, müjdeliğimi isterim” diye tekrar eder gibiydi. Sanki sesi eko yapıyordu zihnimde.

Daha önce görmemiştim ben seni dedim çocuğa!

Çocuk beni yıllarca tanıyormuş gibi kendinden emin, bembeyaz dişlerini göstere göstere güldü.

“Geçmiş zamandan değilim, şimdiki zamandan tanışıyoruz seninle. Çık ruhunun sokağından, bu zamana dön, anında tanıyacaksın beni!

Yorgun gözkapaklarımı kaldırdım ve zaman makinasının içinden fırlamış bir kız çocuğu hafızam, bu zamanda belirdi. Sokağımın başında değildi ruhum, elime uzatılan bir mektup zarfı da değildi. Elimde bu zamanın icadı bir telefon ve oradan mesaj kutuma gelen geçmiş zaman mektubunun görüntülü pusulasıydı. Kara gözlü çocuğun profil fotoğrafı, bu zamandan tanıdığım delikanlıydı.

İlk gördüğümde onu, bir yakınlık duymuş, biraz sohbet etmiş, sohbet esnasında annen nerede diye sormuştum.

Annem öldü demişti iri gözleri dolarak! Biraz daha konuşsak patlayacaktı içinde ki birikmiş volkan ve biraz daha konuşsam harlayacaktı içimdeki sönmeye yüz tutmuş lavlar. Çenemiz titriyordu. İyi bilirdim bu durumlarda telkin manevralarını! Konuyu değiştirdim hemen ve herkese söylemeyeceğim bir şeyi söyledim. “Ben de senin annenim”

Emekçi bir çocuktu. Adı Serdal...

İşçiyim dedi. Diren-işçiyim...

Bir keresinde, hak aramak için kendimi yakacaktım dedi.

Hafta sonu dinlenmek yoktu ona. Yandım Allah sıcağında ırgat, tarlada çapaydı! Alın teriydi portakal çiçeği kokan sofralarda...

Arkadaşların var mı diye sordum ona.

Var dedi.

Kimler diye sordum, güldü.

“Kimler olacak yetmişlik huysuzlar çetesi...”

Huysuzlar Çetesi mi? “Evet, abla huysuzlar çetesi.

Akşamları onların yanına gelirim. Onları dinlerim, yardım ederim.

Bana bu dostluklar yeter” dedi.

Daha sonra yazacağım “Huysuzlar Çetesini” Her birinin huyuna kurban olurum ben.

Onları tanıdıkça, kaybetme korkusu yaşadım bir an! Hadi onlar da göçüp giderse! Bunu düşünmek bile sarstı beni. Ruhumu hazana çevirdi.

Kasırgalar sardı bedenimi, bir hazan yaprağı gibi aldı, savurdu beni.

Huysuzlar Çetesi, her birinin kaşığı aynı tencerede sallanır, her birinin hikayesi ayrı ayrı yazılırdı.

Serdal geçmiş zaman adamlarına tutunmuştu.

O da benim gibi geçmiş zamanın dervişi, gelecek zamanın yalnızıydı.

Üretirdi de üretirdi artık, unutturulmaya çalışılan siyah beyaz anıları.

Onunla bizim aramızda zımni bir bağ olmuştu farkına varmadan.

Bana mektup yerine görüntülü bir video atmıştı.

Bu çağda zarf yırtmaya gerek yok! Videoyu çalıştırmak için ok tuşuna basmak yeterli. Mektup getiren bir postacının bana verdiği heyecanı verir mi? Postacıyı kapılarda beklerdin. Yollarını gözler, bir türkü tuttururdun.

“Yar yolunu beklerim

Günüme gün eklerim

Allah'a çok yalvardım

Olmuyor dileklerim

Postacı postacı

Canım gülüm postacı

Bana yardan haber ver

Gençliğime sen acı”

Videonun tuşuna bastım. Dünya sevimlisi bir adam konuşmaya başladı. “Efendim, ben Abdurrahman Yağdıran” diye başladı söze. Anında durdurma tuşuna bastım. Arabayı kenara çektim. Kapısını açıp aşağıya indim. Oturdum kaldırım kenarına, ellerim titriyordu heyecandan. Sağıma soluma bakındım, mahalle aralarından kaybettiğim güzel insanlarımın ruhu beni mi izliyor diye. Onlardan bir işaret miydi bu? Bana bu işareti Serdal aracılığıyla mı göndermişlerdi?

“ABDURRAHMAN YAĞDIRAN” Çukurova’nın medarı iftarı, geçmişin yakışıklı postacısı! Ünlü bestekâr, postacı türküsünün de yazarı. Huysuzlar Çetesinin yaşayan efsanesi...

Videoyu tekrar çalıştırdım ve tekrar tekrar izledim. Onu dinledikçe çocuk gibi ağlıyor, mektup niyetine telefonumu bağrıma basıyordum. İkinci videoda bana bir hediye hazırladığını söylemişti Abdurrahman amca. Önemli bir yadigârın sorumluluğunu bana devredecekti. Nasıl da büyük bir onur.

Sevgili Abdurrahman amcacığım; evvela ellerinizden öper, sağlık ve uzun ömürler dilerim. Serdal’la mesajınızı aldım. Mutluluğumun tarifi mümkün değil, bir ay sonra İstanbul’dan Adana’ya yanınıza gelecek, sevgi ve hasretle kucaklayacağım sizi.

Siz de kabul buyurursanız, memleketim Adana’nın Karataş sahiline, ben, Sabri amca ve Serdal’la yemek yeme onurunu bana layık görürseniz çok mutlu olacağım.

Ayrıca anılarınızdan bana da söz ederseniz, o anı ölümsüz bir an olarak görecek ve bundan onur duyacağım. Adanamın güzel insanlarına selam eder, hasseten ellerinizden öperim. Yazar kızınız;

Ayça Öztorun

Çukurova’dan haber geldi

Bana selam eden geldi

Haberimi tez gönderin

Mahrum etmen postacıdan

Emek emek sokak sokak

Muştuladı mektupları

Şimdi bizden haber bekler

Mahrum etmen postacıdan

Adanamın sokakları

Her yanımız çakıl taşı

Helalleşin postacıyla

Esirgemen postacıdan

AYÇA ÖZTORUN

Abdurrahman Yağdıran üretken bir şarkı sözü yazarı, müzik öğretmeni,Adanamın efsane postacısı. Onun anılarını ve huysuzlar çetesini sizlere anlatmak benim için büyük bir onur olacak. --

Ayça ÖZTORUN


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —