BAZEN KARİKATÜR DE AĞLATIR
Bugün babalar günü, babası yanında olanların günü! Hani deriz ya, sadece tüketim politikasının dayattığı özel günler tuzağına düşmeyelim diye, ben de o tuzağa düşmeyenlerdenim. Başarılarını ayakta alkışladığım, her ortamda gururla adını andığım Karikatürist Muammer Olcay’ın babalar günü için çizdiği karikatürü görünce gözyaşlarımı tutamadım. Karikatürün öyle bir hikâyesi var ki; giriş, gelişme ve acı sonuç diyebilecek türdendi ve beni alıp çocukluğuma götürdü. Kabuk bağlayamayan yaralarım, gözyaşlarıma karıştı. Çalışma odama geçtim ve bilgisayarımda duran karikatüre bakarak, sene 1980’den, 1986’ya kadar sürüklendim ve o dönemin içinde kayboldum gittim. Omzuma bir el uzandı, birden irkildim. Kızımın çalışma odasına geldiğinin bile farkına varmamıştım.
İyi misin? Dedi bana. Kendimi ağlamamak için zor tutuyor, yanımdan uzaklaşsın ve yaşadığım travmaya şahit olmasın diye, açık vermeyip, gayet soğuk bir ifadeyle iyiyim dedim. Odadan çıksın istedim. Kızımın gözleri bilgisayar ekranında ki Muammer Olcay’ın karikatürüne odaklandı ve tekrar yüzüme baktı. Acı boğazımda yumruk! Çenem titriyordu. Bana sıkıca sarıldı. Artık kızımın kollarında çocuktum. Sessiz sessiz ağlıyordum ve ona; “Bazen karikatür de ağlatır” diyebildim.
Babalar gününde babası ölen çocukları düşündüm. Babalar gününde babasının kim olduğunu bilmeyen çocukları, babası cezaevinde olan çocukları düşündüm. Çünkü bir zamanlar ben de çocuktum ve babasızlığın acısını iyi biliyordum.
Karikatürist Muammer Olcay, kanayan ve kanamaya hâlâ devam eden yarayı çizimiyle anlatmıştı. Cezaevinden bir görüş günüydü çizdiği. Tel örgülerin ve camın ardında çocukları ile görüş yapamaya çalışan baba ve çocukları konu alan bu karikatür, başlı başına yaşanmış ve yaşanacak olan binlerce hayat hikâyesinin ta kendisiydi.
Görüş günü başlı başına bir özlemin, heyecanın, umutsuzluğun, hüsranın ta kendisiydi. Bunu çok iyi bilenlerdenim.
Barış derneği davasından tutuklu olan babamı ziyarete gitmek için gün sayardık. Ankara’dan İstanbul, Kartal Maltepe zindanlarının önünde tutuklu aileler beklerdik. Soğuk, kar, kış içimize de işlese bir sürü aramalardan geçer, babamızı görebilmek için küçücük bedenlerimizin soğuktan savrulmasına da katlanırdık. O dönem hatırladığım, çocuk usumda kalan tek şey, subayların çoğunun sürekli bize çok kötü davrandığıydı.
Görüş sırası bize gelirdi. Çocuk kalbim heyecandan pır pır uçardı.
İlk görüş gününde babamı kucaklayacağımı düşünüyordum. Bizi dar bir odaya götürdüler. Oda ortadan ikiye bölünmüştü. Yarıya kadar kalın duvar örülmüş ve tepeye kadar tel örgü vardı. Tel örgünün ardında çok kalın cam, camın hemen ardında yine tel örgü. Cam ve tellerin arasında da baya mesafe var! Oturacak bir yer yok. Dört kız bir ana ayaktayız. İki ablam neyse, ama babamı net bir şekilde görebilmek için benim ve küçük kız kardeşimin boyu yetmiyor!
Yarım örülmüş duvarı hafif geçen göz hizamızla öbür tel örgülerin ve kalın camların ardına bakmaya çalışıyoruz. Diğer tarafta bir kapı var ve o kapının açıldığını gördüm. Asker ve babam kapıdan içeri girdiler. Babamın gözlerinin içi gülüyordu. Annemi ve bizleri görmenin sevinci gözlerine yansıyordu. Babamı görebilmek için parmaklarımın üzerine dikilmeye çalışıyordum. Telleri parçalamak, camları kırmak ve ona doya doya sarılmak istiyordum. Heyecan bitmiş, hezeyan başlamıştı. Karşımda duran babama sarılmak istedim. Özlemimi giderememenin hüsranını yaşamaya başlamıştım. O anı bir daha yaşamak istemiyordu çocuk bedenim. Bir çocuğa yaşatılabilecek psikolojik işkencenin ta kendisiydi.
Aradan 5-6 dakika geçmiş, asker demir kapıya vurarak görüş bitti diye bağırmaya başlamıştı. Bu kadar mı, sadece beş dakika mı?
Ne kadar büyük bir acı değil mi? Oysaki onca yolu tepip, babamı görecek, ona neler neler anlatacaktım. Sarılacak, doya doya koklayacaktım. Ne hayaller kurmuştum, ne hayaller!
En güzel elbiselerimizi giymiştik senin için, rengini fark ettin mi babam? Saçıma kurdele takmıştım, kurdele mi gördün mü babam? Bana “görülmüştür” mühürlü mektubunda anlattığın gibi bir ortamda değildin babam. Ben göreceğimi gördüm ve şimdi senin ölüp gittiğin yaşından da büyüğüm ama hâlâ çocukluğum tellerin ardında bir hüsran gibi kaldı babam.
“Hâlâ etkisinden kurtulmuş değilim
Mührüm oldu çektiğin acılar
Beni şair etti kederim
Ağıtlar yaktım yazılar yazdım da
Yine de boğazımda düğümlenen
acımı yok edemedim...
Kederli güzel gözlerini hiç unutamadım
Hele o ellerin var ya ellerin
Tıpkı ellerim senin ellerin...
Görüş günü bana sarılmak istercesine
Demir parmaklıklara tutunan ellerin
Tıpkı ellerim senin ellerin...
Çocukluğumu alıp götürdüler benden
Alıp götürdüler seni Karanlıklar sorgular
İşkenceler ölümler
Hoşça kal diye el sallarken çocuk hallerim
Bir yanım kal der kal gitme ne olur
Geriye ellerim kaldı senden
Tıpkı ellerim senin ellerin
Kalemim özgürlüğü yazacak
Yazacağım seni yemin ederim...
Babaları cezaevinde olan çocuklar, babalarını açık görüşte görsünler, sarılsınlar, koklasınlar, konuşsunlar, babalarını hissetsinler. Unutmayın ki; mahkûm olan çocuklar değil. Onlara babalarına sarılmayı çok görmeyin ve onları üzmeyin, ömür boyu psikolojik travmalara mahkûm etmeyin.
Toplumlara sesimi duyurmayı çok isterdim. Ey halkım; kapitalizmin tuzağına düşmeyin ne olur!
Anne günü, baba günü, sevgili günü, kız çocukları günü gibi zırvalıklarla fırsat vermeyin. Sadece sistemin sizden beklentisi mağazaları zengin etmeniz için para harcamanıza neden olacak bir av kapanıdır özel günler!
Babalar gününde babası ya da babaya hediye alamayacak parası olmayan boynu bükük çocuklar gözünüzün önüne gelsin ve bu tüketim politikasına karşı direniş gösterelim.
Karikatürist Muammer Olcay’ın Yılmaz Güney onur ödülüne layık görülen ve mültecileri konu alan karikatürünün yanı sıra, bu yazıma konu olan karikatürün çıktısını alıp, evimin en güzel köşesinde, yaşanmış bir hikâye olarak çerçevede kalacak. Kalemine, düşünen, sorgulayan ve ders veren beynine sağlık...
Sevgili Muammer Olcay, bu karikatürüyle bütün dünyaya çocuk hakları ve özgürlükler adına büyük ders verdi. Anlayana!
AYÇA ÖZTORUN